Benlik Sevgisinde Sevilen Hangi Benliktir?

William James

Çeviri: Uzm. Psk. Elif Emel Kurtuluş emelkurtulus@gmail.com

Önceki sayılarımızda psikoloji tarihinin, halen önemini sürdürmeye devam eden en önemli eserlerinden biri olan William James’in “Psikolojinin İlkeleri” kitabındaki “Benlik Bilinci” (Consciousness of Self) bölümünden yaptığımız çevirileri sunmuştuk. Bilindiği üzere bu önemli eser dilimize henüz kazandırılmamıştır. Dinlenen Ben dergisi olarak sürdürdüğümüz bu kısmî, tematik çeviri çabasının, psikoloji disipliniyle meşgul olan kişiler için akademik/pratik bir önem ve değer arz edeceğini düşünmekteyiz. Bu sayıda “Benlik Bilinci” bölümünde yer alan “Benlik-Sevgisi’ndeki Sevilen Benlik Hangi Benliktir?” (What Self is Loved in Self-Love) başlığının çevirisi yer almaktadır.

                                                                                                                                                     Dinlenen Ben

“Benlik-sevgisi” (self−love) ve “kendine-yönelme’nin” (self−seeking) unsurlarını biraz daha ayrıntılı olarak yorumlamaya çalışmalıyız.

Her ne tür olursa olsun kendine-yönelme halinin büyük ölçüde gelişmiş olduğu kişiye bencil denir. Öte yandan, kendisi dışındaki diğer benlikleri önemseyen bir kişiye de özverili denir. Peki, insandaki bencillik duygusunun doğası ve bu duygunun önemsediği birincil nesne nedir? İnsanı, kendi benliği olarak benimsediği bir dizi şeylerin -ki bu şeyler daha sonra yerini başka şeylere bırakacaktır- peşinde koşan ve onları geliştiren olarak tarif etmiştik: Kendine özgüymüşçesine sahiplenip sahiplenmemesine veya gerçekten kendisinin bir parçasıymış veya parçası olabilirmiş gibi davranıp davranmamasına göre aynı bir dizi gerçeğin, bazen kişinin ilgisini çekip bazen kaybettiğini, bazen onu kayıtsız bıraktığını bazen de coşku veya umutsuzlukla doldurduğunu görmüştük. Genel veya soyut bir bakışla herhangi bir insanın hayatta başarılı veya başarısız olmasının bizim için çok büyük bir önem taşımadığını -öyle ki bu kişi asılarak idam edilse bile bizim çok da umurumuzda olmaz- fakat bu kişi kendimiz olduğunda böylesi sonuçların nasıl mutlak bir önem kazandığını ve korkunçlaştığını hepimiz biliriz. “Başarısız olmamalıyım” çığlığı göğsümüzden yükselir ve “Başkası başarısız olursa olsun, ben her şekilde başarmalıyım” deriz. Şimdi, bu hakikatlerin bizi götürdüğü ilk sonuç: Her birimizin, doğrudan bir önemseme hissiyle bağlı olduğumuz ‘kendi saf bireysel varoluş ilkemiz ile hayat bulduğumuzdur ve bu her şey olabilir. Bu ilkeye dayanarak yapılan birçok kıyaslamanın sonucu bencilliğimizin somut tezahürleri olarak görünür: “Ben ne isem, o değerlidir; ben buyum, o zaman bu değerlidir; benim olan her ne ise başarısız olamaz; bu bana aittir, bu nedenle bu başarısız olmamalıdır vb.” Bu ilke dokunduğu her şeyi kendi özel değeriyle aşılamış gibidir; öyle ki sanki o dokunmadan önce her şey ilgi alanım dışındadır ve kendi başına hiçbir şey ilginç değildir; neredeyse kendi bedenime olan ilgim, bedenin kendisinden değil, benim olmasından kaynaklanan bir ilgidir.

Peki, genel felsefi inanışa göre sürekli “gözetmem” beklenen, içimdeki bu soyut ve sayısal olarak “Bir Numara” olan kimlik ilkesi nedir ki? Daha önce de üzerinde tartıştığımız, belli belirsiz hissedilen “ayarlamalar” ile belki de daha da belli belirsiz algılanan öznelliğimden oluşan ruhsal benliğimin iç çekirdeği midir bu? Ya da somut düşünce akışımın tümü veya bir bölümü müdür? Ya da ortodoks geleneğe göre yetilerimi içeren bölünmez Ruh−Özüm (Soul-Substance) olabilir mi? Ya da sadece ben dediğim bir zamir mi? Böylesine önem verdiğim benliğim elbette ki bunların hiçbiri olamaz. Hatta hepsi bir araya getirilmiş olsa bile o bencillik ya da “Bir Numaraya” bağlılık tutkusunu sergileyemez. Böylesine önemseyeceğim bir benliğe sahip olmak için, öncelikle doğa bana içgüdüsel olarak onu kendime mal etmek isteyeceğim ilginçlikte bir nesne sunmalı ve o nesneden de daha önce gözden geçirdiğimiz maddi, sosyal veya ruhsal benliklerden birini üretmelidir. Bizi epey etkileyen tüm rekabet ve ikame unsurlarının, ben ve benim olarak kabul ettiğimiz alanın tüm değişimlerinin, genişleme ve daralmalarının, belli şeylerin ilkel ve içgüdüsel doğamıza hitap ettiği gerçeğinin sonuçları olduğunu ve onların kaderlerini, üzerinde hiç düşünmeden, heyecanla takip ettiğimizi görebiliriz. Bilincimiz, bu nesneleri, Ben’in temel bileşenleri olarak görür. Bu temel bileşenlerle ilişkilenerek veya başka herhangi bir şekilde ilgimizi çeken diğer nesnelerse ne olursa olsunlar, daha uzakta hissedilen ikincil benliğimizi oluştururlar. Öyleyse BEN ve BENLİK, duygu uyandırdıkları ve duygusal bir değeri ifade ettikleri sürece, NESNEL’dir ve bilinç akışında, belirli ve özgün heyecanları üretme gücüne sahip TÜM ŞEYLER anlamına gelir. Şimdi bu önermeyi ayrıntılı olarak savunmaya çalışalım.

İnsanın en somut bencilliği bedensel bencilliğidir ve en somut benliği de bu bencilliğin ilişkili olduğu bedendir. İnsanın bedenini sevdiği için bu bedenle özdeşleştiğini söylüyorum, kendisiyle özdeşleştiği için bedenini sevdiğini değil. Doğa tarihi ve psikoloji bilimi bu gerçeği görmemize yardımcı olacaktır. İçgüdülerle ilgili bölümde, her canlının seçici olarak dünyanın belirli kısımlarına ilgisi olduğunu ve bu ilginin sonradan edinildiği kadar doğuştan geldiğini de öğreneceğiz. Şeylere olan ilgimiz, onları düşünmenin bizde uyandırdığı dikkat ve duygular ile onların varlıklarının bizde yol açtığı eylemler anlamına gelir. Bu nedenle her tür, özellikle kendi avı, yiyeceği, kendi düşmanları, kendi cinsel eşleri ve kendi yavrularıyla ilgilenir. Bu şeyler, kendilerine ait güç ile büyülerler; kısacası oldukları şey ile önemsenirler.

Bedenlerimiz söz konusu olduğunda da bu farklı değildir. Onlar da bizim nesnel alanımızdaki en ilginç algılardır. Bedenlerimizin deneyimledikleri, bizde duygular ve harekete geçme eğilimleri uyandırır ve bunlar, “alanın” diğer kısımlarının uyandırdıklarından çok daha enerjik ve süreklilik gösterirler. Başkalarının bende bedensel bencillik ya da benlik sevgisi diye adlandırdıkları, bedenime olan bu ilgimin aniden dışarı vurduğu eylem ve davranışlarımın toplamından başka bir şey değildir. Bu anlamda, benim “bencilliğim”, ancak gösterdiğim dışsal semptomları bir araya getirmek için kullandığım bir isimdir. Ayakta kadınlar varken koltuğumda oturmak isterken ya da komşumun önüne geçip bir şeyi alırken, gerçekten sevdiğim şey rahat koltuk veya öne geçip aldığım şeyin kendisidir. Annenin bebeğini, cömert bir adamın cömert amelini sevmesi gibi sevmesi gibi ben de öncelikli olarak onları severim. Burada olduğu gibi, basit bir içgüdüsel eğiliminin sonucu olan kendine yönelme bu bir takım refleks eylemlerinden başka bir şey değildir. Bir şey dikkatimi kaçınılmaz şekilde çeker ve kaçınılmaz şekilde “bencil” bir tepkiye sebep olur. Bir robot bu eylemleri taklit edecek kadar ustaca inşa edilebilse, ona da benim kadar bencil denebilirdi. Ben elbette ki bir robot değil, düşünebilen bir varlığım. Fakat düşüncelerim, tıpkı eylemlerim gibi, bu noktada sadece dışsal şeylerle ilgilidir ve içsel saf ilkelere ne ihtiyaç duyar ne onları bilir ne de önemser. Hatta bu ilkel yolda ne ne kadar “bencil” olursam, düşüncelerim arzu nesnelerine ve dürtülerine o kadar körü körüne bağlı ve herhangi bir içe dönük bakıştan da o kadar yoksundur. Bir düşünür olarak saf Ego bilincinin henüz gelişmediği varsayılan bir bebeğin durumudur bu ve bebek bazı Almanların dediği gibi, “der vollendeteste Egoist” (en mükemmel egoist)tir. Muhtemelen sevdiği söylenebilecek tek şey olan benlik, fiziksel bedeni ile bedeninin ihtiyaçlarını karşılayandır. Onun sözde benlik sevgisi, bunlar dışında kalan her şeye karşı duyarsızlığının bir adıdır. Onu herhangi bir şeye karşı duyarlı kılacak, onu ayırt etmesini ve sevmesini sağlayacak, saf bir öznellik ilkesine, bir ruha ya da saf Ego’ya (bir düşünce akışına kesinlikle) ihtiyaç duyuyor olabilir, -bunun nasıl olabileceğini ileride açıklayacağız; ama o zaman, onun sevmesine tabi olacak olan bu saf Ego’nun, düşüncesinin nesnesi olmasından daha çok sevgisinin nesnesi olmasına gerek yoktur. İlgi alanları başkalarına yönelik ve tüm eylemleri kendine karşı olsa bile, yine de bir bilinç ilkesine ihtiyaç duyacaktır. O zaman, böyle bir ilke, onun bedensel bencilliğinin ilkesi olduğu kadar gösterebileceği herhangi başka bir eğilimin de ilkesi olmalıdır.

Bedensel benlik sevgisi hakkında bu kadar söz yeterli. Fakat, sosyal benlik sevgim, yani diğer kişilerin gözündeki Ben’e olan ilgim aynı zamanda kendi düşüncemin dışında kalan nesneler dizisine olan ilgim tanımına girer. Diğer kişilerin zihnindeki düşünceler benim zihnimin dışındadır ve benim için dışsaldır. Gelirler, giderler, büyürler, küçülürler ve ben, tıpkı maddi bir şeyin peşinde koştuğum durumlardaki başarı veya başarısızlığımda olduğu gibi, bazen gururla şişer bazen de utançla kızarırım. Böylece, durumlardaki başarı veya başarısızlığımda olduğu gibi, bazen gururla şişer bazen de utançla kızarırım. Böylece, daha önceki durumda olduğu gibi, burada da “saf ilke” (the pure principle) önemsediğim bir nesne olarak değil, içimde gerçekleşen bir önemseme ve düşünme eylemine olanak veren genel bir yapı veya koşul olarak mevcut olur.

Fakat buna hemen itiraz edilecektir, çünkü bu gerçeklerin eksik bir anlatımıdır. Doğru, diğer insanların zihnindeki ben imgeleri, benim dışımda olan şeylerdir, değişimlerini de tıpkı başka herhangi bir dışsal değişimi algıladığım gibi algılarım. Ama hissettiğim gurur ve utanç sadece bu değişikliklerle ilgili değildir. Sanki başka bir şey de değişmiş gibi hissederim, zihninizdeki ben imgemin daha kötüleşmek olduğunu algıladığımda, o imgeye bağlı olan içimdeki bir şey, büyük, güçlü ve şehvetli iken zayıf, kasılmış ve çökmüş hale dönüşür. Bu durum, utanç duyduğum bu değişimi değiştirmiyor mu? İçimdeki bu şeyin durumu egoist kaygımın, benlik saygımın bir nesnesi değil de nedir? Ve sonuçta, bu benim saf Egom, beni diğer insanlardan ayıran yalın sayısal ilkem ve hiç de deneysel olmayan parçam değil midir?

Hayır, bu öyle saf ilke değil, yine benim tüm ampirik kişiliğimdir, benim tarihsel Ben’im, sizin zihninizdeki indirgenmiş imgenin de “ait olduğu” nesnel gerçeklerden oluşan bir koleksiyondur. Bu küçümseme ifadesi yerine sizden hangi sıfatla saygılı bir davranış talep ediyorum? Bunu talep eden yalın bir Ben değildir; her zaman saygıyla muamele görmüş, belirli nüfuza, mülklere ve toplumsal işlevlere, duyarlılıklara, görevlere ve amaçlara, erdemlere ve haklara sahip, belirli bir aileye ve “gruba” ait olan bir Ben’dir. Sizin küçümsemeniz aksini iddia eder ve tüm bunlarla çelişir; ona olan böylesine farklı muameleden utandığım “içimdeki şey” budur; başta kuvvetliyken, şimdi, davranışınızın bir sonucu olarak çökmüştür ve bu kesinlikle ampirik nesnel bir şeydir. Gerçekten de utanç duygum sırasında daha kötüye değiştirilmiş ve değişmiş hissettiğim şey, çoğu zaman bundan daha somuttur –bu bedensel Ben’imdir, benim hemen, üzerinde düşünmeye dahi fırsatım olmadan sizin davranışlarınızın doğrudan sebep olduğu, tüm fizyolojik kas, salgı bezi ve vasküler değişikliklerle birlikte utanç “duyan” bedensel Ben’dir bu. Bu içgüdüsel, refleks utançta, beden bir “Benlik-duygusu” (self-feeling) aracı olduğu kadar, ilk ele aldığımız daha kaba durumlardaki gibi, bir kendine yönelme’ aracıdır da. Basit bir “küstahlık”la alınmış büyük bir lokma, böyle bir refleks mekanizmasıyla, gözlemleyenlerce belirli bir kendini önemsemeden (öz-saygı) kaynaklanan bir “açgözlük”lük olarak görülecek davranışa yol açar; burada sizin küçümsemeniz, oldukça refleksvari, doğrudan bir mekanizma ile çevredeki kişilerin “mahcup”dedikleri ve başka bir tür “kendini önemseme” nedeniyle oluştuğunu düşündükleri yine başka bir tür davranışa yol açar. Ancak her iki durumda da zihin tarafından kabul edilen belirli bir benlik olmayabilir ve kendini önemseme dediğimiz şey, sadece refleks eylemlerinin empoze ettiği tanımlayıcı bir başlık ve onların dışa vurulmasıyla oluşan duygulardan oluşmuş gibi görünür.

Bedensel ve sosyal benliklerden sonra ruhsal benlik gelir. Peki ama ben ruhsal benliklerimden hangisini gerçekten önemserim? Ruh-özümü mü? “Transandantal” Egomu mu yoksa Düşünen beni mi? Ben dediğimi mi? Benim öznelliğim böyle bir şey midir? Kafa ayarlarımın çekirdeği mi? Ya da daha doğal ve kolayca tükenebilen güçlerim, aşklarım ve nefretlerim, istekliliğim, duyarlılığım ve benzerleri mi? Elbette ki sonraki. Ancak bunlar, merkezi ilkeye göre, ne olursa olsun, dışsal ve nesneldirler. Gelir, giderler – “pusulanın ibresinin sallanarak sabit olan kutbu göstermesi” gibi. Sevilmek için gerçekten orada olmaları gereklidir, ancak orada olmaları, sevilmeyi garantilemez.

Özetle, Benlik-sevgisinin birincil veya ikincil hatta herhangi bir zaman kişinin salt bilinçli kimlik ilkesine olan sevgi olduğunu varsaymak için bir neden görmüyoruz. Her zaman bir şeye karşı olan bu sevgi, bu temel ilkenin aksine, yüzeysel, geçici, istenildiğinde alınıp bırakılan bir sevgidir.

Hayvan psikolojisi tüm bunları anlamamıza yardım eder ve bize bunun böyle olması gerektiğini gösterir. Hatta bir insanın benlik sevgisinde neyi sevdiği sorusuna yanıt verirken, daha zor bir soruyu, neden onları sevdiğini de dolaylı olarak yanıtlamış olduk.

İnsan, bilişsel olmanın ötesinde bir bilince sahip olmadan, sonrasında sahipleneceği bazı nesneler için taraf tutmadan, uzun süre varlığını sürdüremez; çünkü anlaşılmaz bir zorunlulukla, her insan zihninin bu dünyada varoluşu, ait olduğu bedenin bütünlüğüne, o bedenin diğerlerinden aldığı muameleye ve kendini araç olarak kullanarak sürekliliğe ya da yıkıma götüren ruhsal eğilimlere koşullanmıştır. Öyleyse, her şeyden önce kendi bedeni, sonra arkadaşları ve son olarak da ruhsal eğilimleri, her insan zihni için fevkalade ilginç NESNELER OLMALIDIR. Her bir zihin, başlangıçta, var olmak için bedensel kendine yönelme içgüdüleriyle kendini gösteren belirli bir asgari bencilliğe sahip olmalıdır. Bu asgari düzey, ister kendini yerme isterse daha da yerleşik bir bencillik olsun, tüm diğer bilinçli eylemler için bir temel olarak orada olmalıdır. Tüm zihinler, en güçlü olanın hayatta kalması prensibine uygun olarak, sahip oldukları saf Ego’ya olan ilginin tamamen dışında, bağlı oldukları bedenlere karşı yoğun bir ilgi duyar olmalıdırlar.

Ve benzer şekilde, başkalarının zihnindeki kendi şahsiyetlerinin imgelerine de. Hayatımda yer alan diğerlerinin yüzündeki onay veya ret bakışlarına duyarlı hale gelmemiş olsaydım, şimdi var olamazdım. Başkalarına yönelmiş aşağılama bakışları ise beni böylesine tuhaf bir şekilde etkilemez. Zihinsel yaşamım, doğrudan ya da dolaylı olarak özellikle bir diğerinin refahına bağlı olsa, o zaman hiç şüphesiz doğal seçilim, diğerinin sosyal değişimlerine şu an kendime olduğu kadar duyarlı olmamı gerektirirdi. O zaman egoist olmak yerine kendiliğimden fedakar olurdum. Fakat, gerçek insan koşullarında yalnızca kısmen gerçekleşen böyle bir durumda, ampirik olarak sevdiğim benlik değişirken, saf Ego’m veya Düşünen Ben şu an olduğu gibi kalırdı.

Ruhsal yeteneklerim de yine aynı şekilde, beni diğer insanlardan daha fazla ilgilendirmelidir. Onları besleyip yok olmalarının önüne geçmemiş olsaydım bugün burada olamazdım. Ve bir zamanlar onları önemsememe neden olan yasa, onları bugün hala önemsememi sağlar.

Bedenim ve bedenimin ihtiyaçlarını karşılayan her şey, bu nedenle, egoist çıkarlarımın içgüdüsel olarak belirlediği ilk nesnelerdir. Diğer nesneler, bunlardan herhangi biriyle ilişkilenme ile türer ve sürekli veya geçici olarak ilginç hale gelebilirler ve böylelikle egoist duyguların o ilk alanı binlerce yönden büyüyebilir ve sınırlarını genişletebilir.

Böyle bir ilgi “benim” kelimesinin gerçek anlamıdır. İlgimin yöneldiği her neyse, aynı şekilde benim de bir parçamdır. Çocuğum veya bir arkadaşım öldüğünde bir parçamın da onunla gittiğini ve sonsuza dek de orada kalacağını hissederim:

Bu kayıp gerçek bir ölümdür;
Yüce bir adamın yere çöküp
Yavaş ama kaçınılmaz yere uzanması,
Adım adım onun dünyasının geri çekilmesidir.” (Ralph Waldo Emerson’un bir şiirinden)

Ancak gerçek şu ki, başlangıçta, bazı özel tür şeyler bu ilgiye sahip olma ve doğal ben’i oluşturma eğilimindedir. Ancak bu şeyler, düşünen öznenin nesneleridir. Ve bu gerçek, eski moda duyumcu psikolojinin, fedakar olma tutkusunun ve ilgisinin şeylerin doğasına aykırı olduğu ve eğer herhangi bir yerde var oldukları görünürse, ikincil olmaları gerektiği ve bunların temelde ikiyüzlü, kılık değiştirmiş bencillik olduğu şeklindeki hükmünü hemen bozar. Eğer hayvan bilimi ve evrimsel bakış açısı doğruysa, herhangi bir nesnenin, benim çıkarımla bağlantılı olsun ya da olmasın, diğerleri kadar ilkel ve içgüdüsel olarak tutku ve ilgi uyandırmaması için hiçbir neden yoktur. Tutku fenomeni, dışarıya vurduğu nesnesi ne olursa olsun, kökeninde ve özünde aynıdır ve dışa vurduğu nesnenin gerçekte ne olduğu sadece bir unsurdur. Muhtemeldir ki, komşumun bedenine duyduğum ilgi, temelde beni kendi bedenime duyduğum ilgi kadar büyülüyor olabilir. Böylesine coşkulu fedakarlığın tek kontrol noktası, doğal seçilimdir; bir şey bireye veya kabilesine zararlı ise o şey ayıklanır. Bununla birlikte, bu tür pek çok ilgi, ayıklanmadan kalır -karşı cinse olan ilgi gibi, bir amaca yönelik ihtiyacın gerektirdiğinden daha güçlü görünenler ile alkol sarhoşluğu veya müzik dinleme gibi, ne olursa olsun bir faydası olmadığını görebildiğimiz ilgi alanları da vardır. Sempatik ve egoist içgüdüler böylece koordine olurlar. Anladığımız kadarıyla aynı psikolojik düzeyde ortaya çıkarlar. Aralarındaki tek fark, egoist içgüdülerin çok daha büyük bir kümeyi oluşturmasıdır.

“Saf Ego”nun kendisinin bir önemseme nesnesi olup olamayacağı sorusunu tartıştığını bildiğim tek yazar, son derece zengin ve keskin psikolojik analizleri olan Adolf Horwicz’tir. O da kendini önemsemenin belirli nesnel şeyleri önemseme olduğunu söyler. O kadar iyi bir itirazda bulunuyor ki, kendi sözlerinin bir bölümünü alıntılayarak sonuçlandırmam gerekiyor:

İlk olarak itiraz:

“Kişinin kendi çocuklarının her zaman en güzel ve en zeki, mahzenindeki şarabın en azından fiyatı açısından -en iyi, kendi evinin ve atlarının en mükemmel olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Ne kadar da sevecen bir hayranlıkla böylesi küçük kendine iyilik eylemimizin üzerini kapatırız! Olur da kendi zaaflarımız ve kabahatlerimizi fark ettiğimizde de “hafifletici sebeplerle” kendimizi aklamaya ne kadar da hazırız! Kendi şakalarımız ne kadar komik ve bizimkinin aksine diğerlerininkinini tekrar tekrar dinlemek nasıl da tahammül edilmez! Ne kadar anlamlı, çarpıcı ve etkili kendi konuşmalarımız! Sözlerimiz nasıl da cuk diye oturuyor! Kısacası, bizimle ilgili her şey herkesten ne kadar daha zeki, duygulu ve iyi… Sanatçıların ve yazarların kibir ve gösterişlerinin üzücü hikayesi buraya ait.”

“Bizim olduğunu hissettiğimiz her şey için bu apaçık tercihin geçerliliği gerçekten çarpıcı. Bir şeyin bizi memnun etmesi için, önce sevgili Ego’muzun rengini ve lezzetini o şeye vermesi gerekiyor gibi görünmüyor mu?… Düşünme hayatımızın başlangıcını ve merkezini oluşturan Ego’nun, benliğin, aynı zamanda duygusal yaşamımızın da asıl ve merkezi nesnesi ve her tür özel fikir ve duyguların doğduğu temel olduğunu varsaymak, kendi aralarında bu kadar tutarlı olan tüm bu fenomenlerin en basit açıklaması değil midir? ”

Horwicz, daha önce bizim de fark ettiğimiz gibi, başkalarında bizi tiksindiren çeşitli şeylerin kendimizde olduğunda bizi hiç tiksindirmediğine değinerek devam ediyor.

Çoğumuz için, bir başkasının vücut sıcaklığı, örneğin bir başkasının oturduğu sandalyenin ısısı tatsız bir şekilde hissedilir, oysaki kendi oturduğumuz sandalyenin sıcaklığında hoş olmayan bir şey yoktur.”

Sonra, bu gerçek ve muhakemeye şu şekilde cevap verir:

“Sahip olduklarımızın çoğu durumda bizi daha çok memnun ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz (bu sadece onlar bizim olduğundan değil), ama onları daha iyi bildiğimiz, daha yakından “anladığımız”, daha derinlemesine hissettiğimizdendir. Bizim olana, tüm detay ve nüanslarıyla değer vermeyi öğreniriz, diğerlerininkiler ise kabataslak ortalamalarla karşımıza çıkar. Buna şöyle örnekler verilebilir: Birinin kendi çaldığı bir müzik parçası, bir başkası tarafından çalındığından daha iyi duyulur ve anlaşılır. Tüm detayları daha doğru bir şekilde algılar, müzikal düşünceye daha derinlemesine nüfuz ederiz. Bu arada, diğer kişinin daha iyi bir performans sergilediğini çok iyi bir şekilde algılasak bile yine de bazen melodiyi ve uyumu daha yakına getiren kendi çalmamızdan daha fazla zevk alırız. Bu durum diğer tüm benlik sevgisi (self-love) durumları için de karakteristik olarak alınabilir. Yakından incelersek, neredeyse her zaman bizim olana dair hislerimizin büyük bir kısmının, onlara daha yakın yaşadığımız ve bu yüzden de onları iyice ve derinlemesine hissediyor olduğumuz gerçeğine bağlı olduğunu görürüz. Bir arkadaşım evlenme arifesindeyken, yeni ev düzenlemesinin ayrıntılarını defalarca ayrıntılı olarak paylaşması beni çok bunaltmıştı. Bu kadar entelektüel bir insanın, dışsal şeylerle bu kadar derinden ilgilenmesine şaşırmıştım. Fakat birkaç yıl sonra, kendim aynı duruma geldiğimde, bu konular benim için tamamen farklı bir önem kazanmış ve onlardan tekrar tekrar bahsetme sırası bana gelmişti… Bunun nedeni basitçe şuydu: İlk etapta bu şeyler ve onların aile konforu açısından önemleri hakkında hiçbir şey anlamamıştım, ancak tüm bunlar ikinci durumda karşı konulamaz bir aciliyetle gündemime girmiş ve fantezimi canlandırıp ele geçirmişlerdi. Bu yüzden, süslemeler ve unvanlarla alay eden bir kişiyi kendisi bir tane kazananınca görün bir de. Benzer şekilde, kişinin kendi portresi veya aynadaki yansımasının tuhaf bir şekilde ilgisini çekmesinin nedeni de kesinlikle budur…Mutlak bir “c’est moi” (bu benim) nedeniyle değildir bu, tıpkı kendi çaldığımız müzikte olduğu gibidir. Bu baktığımız, en iyi bilip, en derinden anladığımızdır; çünkü kendimiz bunu hissetmiş ve yaşamışızdır. Bu olukları neyin yardığını, bu gölgeleri neyin derinleştirdiğini, bu saçları neyin beyazlattığını biliriz ve diğer yüzler daha yakışıklı olsalar bile, bize bu kadar hitap edemez ve ilgimizi bu kadar çekemezler.”

Dahası yazar, uyandırdıkları anılar, canlandırdıkları umutlar ve beklentiler nedeniyle kendi şeylerimizin bizim için diğerlerininkinden daha dolu olduğunu göstermeye devam eder. Bize ait olmalarından kaynaklanan değerin yanında, bu da tek başına o şeylerin önemini vurgular. Öyleyse, yazarla beraber şu sonuca varırız: Özgün ve merkezi kendilik duygumuzun (self-feeling) hiçbir zaman kendini önemseme duygularımızın tutkulu sıcaklığını açıklayamayacağı, onların daha az soyut ve somut bir içeriği olan özel şeylerle anlaşılabileceğidir. Bu şeylere ‘benlik’ adı verilebilir veya onlara yönelik davranışlarımıza ‘bencillik’ denebilir, ancak ne bu benlikte ve ne de bu bencillikte saf Düşünür başrolü oynamaz.

Kendini-önemseme ile ilgili bir noktadan daha bahsedilmesi gerekir. Kendini-önemsemeden şimdiye kadar aktif bir içgüdü veya duygu olarak bahsettik. Ondan soğuk, entelektüel bir benlik-itibarı (self-estimation) olarak da bahsetmemiz gerekli. Kendi Ben’imizi övgü ve suçlama açısından diğer insanları tarttığımız kadar kolay bir şekilde tartabiliriz -ancak bunu yaparken adil olmak epey güçtür. Adil kişi kendini tarafsız bir şekilde tartabilen kişidir. Tarafsız tartabilmek, Adolf Horwicz’in işaret ettiği gibi, kendimize ait olan şeyleri ve kendi eylemlerimizi yakından bilmemizin hayal gücümüzde oluşturduğu canlılıktan uzaklaşabilecek az bulunur bir soyutlama yetisini ve aynı şekilde başkalarının işlerini de kendimizinki gibi canlı bir şekilde temsil edebilecek eşit derecede az bulunur bir gücü varsayar. Bunlara kadir bir insanın kendisini hakkında başkaları kadar tarafsız bir şekilde yargıya varmaması için hiçbir neden yoktur. Kendisi hakkında ne kadar mutlu veya aşırı derecede depresif hissederse hissetsin, diğer insanlara uyguladığı dışsal standardı ölçü alarak kendi değerini gerçekten biliyor olabilir ve böylece tamamen kaçması mümkün olmayan duygularından doğacak adaletsizliği dengeleyebilir. Bu kendini ölçme sürecinin (self−measuring) şimdiye kadar bahsettiğimiz içgüdüsel olan kendini-önemseme ile hiçbir ilgisi yoktur. Sadece bir entelektüel karşılaştırma olduğundan, bizi orada alıkoymaya da çalışmaz. Bununla birlikte, burada saf Ego’nun yalnızca ölçme sürecinin gerçekleştirildiği bir araç olarak göründüğüne, ölçülen nesnelerin, kişinin bedeni, itibarı, şöhreti, entelektüel yeteneği, iyiliği gibi ampirik türden gerçekler olduğuna dikkatinizi çekmek isterim.

Ampirik Benlik yaşamı aşağıdaki gibi bölünmüştür: